Çocukluğumda, kullandığımız “şey”lerin birer değeri vardı.
Manevi değerlerden söz etmiyorum. Basbayağı maddi değerlerden söz ediyorum.
Makdonaldslar, burgerkingler, şunlar bunlar yoktu o zaman. Annelerimizin ekmeğimize sürdüğü yağ-bal en değerli gıdamızdı.
Hele bir de Türk Çokellası, yani tahin-pekmezimiz vardı. Beyaz peynirli ekmeklerimiz…
Yemek atılmazdı o zamanlar. Sofradan yemek atmak günahtı, ayıptı.
Et pahalıydı, değerliydi. Kurban bayramlarında etler ziyan olmasın diye kavrulur, küpe basılırdı. O küpteki et aylarca kullanılırdı. Bir gram enerji tüketmeden saklardık onları.
Telli dolaplarımız vardı buzdolabından önce. Sütümüzü getiren sütçüden taze, mis gibi sütümüzü alırdık. Kaynatır içerdik.
Beklemezdi fazla gıdalar. İçlerinde katkılar, hormonlar yoktu. Taze taze tüketirdik. Veya kurutur, uzun süre kullanırdık. Reçel yapardı annelerimiz. Yazın meyve bol, ucuz. Yap reçeli, yap salçayı, bas kavanoza, mis gibi bütün kış ye.
Kış vakti hıyar tadında domates yemezdik. Domates, mevsiminde olurdu. Mis gibi kokardı.
Anamur muzumuz vardı. Pahalıydı, küçücüktü ama çok lezzetliydi.
Doğanın verdiklerini değerlendirirdik. Gıda değerliydi. Çiftçilik önemliydi.
Bizim de oyuncaklarımız vardı.
Uyduruk plastikten yapılmış arabalarımız vardı. Gri, siyah, yeşil… farklı farklı renklerde. O arabalar bugünün lüks oyuncakları kadar pahalıydı. Kolay alamazdık onları.
Sağdan soldan bulduğumuz tellerle birer uyduruk direksiyon yapar öyle kullanırdık o arabaları.
Defterlerimiz, silgimiz, kalemimiz çok değerliydi. Genellikle kurşun kalemlerimizi minnacık kalana kadar kullanır, defterlerimizden sayfa koparmayı ayıp sayardık.
Giysilerimiz de öyle idi. Bugün özellikle yamalı süsü verilmiş giysiler var. Eskiden giysilerimizde yamalar olurdu. Özellikle çocukların giysilerinde.
Hatta daha yeni alındığında kolay yıpranmasınlar diye dirsek ve dizlerine yamalar dikilirdi giysilerin.
Arabalar ne kadar da pahalıydı. Herkes kolay kolay araba sahibi olamazdı. Arabalar da nadirdi zaten. Hem zor bulunur, hem değerli. 20, 30 yıllık bir araba sahibi olmak normaldi. Arızalandığından onları “usta”larına götürürdük.
Usta sözcüğünün altını çizmek lazım. Bu adamlar adeta birer sihirbazdılar. Hiçbirşeyi atmaz, mutlaka onarırlardı. Bir motoru, bir şanjmanı en ince detayına kadar söker, onarır, monte ederlerdi.
O eski arabalar, yine de işimizi görürdü. Onları onaran ustalar giderek daha da ustalaşırdı.
Televizyonlarımız mesela. Evin en nadide köşesinde, üzeri dantellerle örtülü ve kıyaslandığında bugünkü büyük LCD ekranlarla aynı fiyata, siyah beyaz televizyonlarımız vardı.
Önlerine mavi, yeşil camlar takarak renklendirmeye çalışırdık bunları.
O televizyonlar da arızalanır ve arızalandığında onaracak ustalarımız, tamircilerimiz daima bulunurdu.
Buzdolabı, fırın, çamaşır makinesi, mobilyalar… hepsi çok çok pahalıydı.
Çünkü üretim zordu ve üretim değerliydi. Dolayısı ile üreten değerliydi. Durum böyle olunca onaran da değerli ve ayrıcalıklı oluyordu.
Özellikle köylerde hatta şehrin birçok mahallesinde (ki benim 7-8 yaşlarında bir yıl kaldığım mahalle de öyleydi) evlerde musluklar, su tesisatları filan yoktu.
Sular, çeşmelerden, yıllarca kullanılabilen güğümlerle, damacanalarla taşınır ve evlerde titizlikle, damlasını ziyan etmeden kullanılırdı.
Kolu kopardı insanın o ağır güğümlerle. Hele çocuksan… (Gerçi alışıktık biz. Yıllarca kullandığımız deri okul çantalarımızın ağırlığı bizi güçlü kılardı. Kolay eskimezdi o çantalar. Hatta bazı çocuklar abisinin, ablasının, babasının eski çantasını kullanırdı.)
Suyu eve taşımak zordu. Bunun için de su çok değerliydi. Ziyan edilemezdi.
Genellikle odunla, kömürle ısınırdık. Çok pahalıydı kömür. Hali vakti yerinde olanlar evlerine kok kömürü alırdı. Diğerleri odun veya en iyi şartlarla linyit kömürü ile idare ederlerdi.
Kömür pahalıydı, lükstü ama çok pisti. Dumanı ayrı pislik, tozu, külü ayrı pislik…
Kömür demek enerji demek, ısınma demek. Enerji pahalıydı. Geceleri kömür sobaları söndürülür, sabahın erken saatinde yakılırdı.
Elektrik de pahalıydı. Hem de çok pahalıydı. İnsanlar adi floresan lambalar kullanırdı tasarruf için. O bembeyaz, çirkin ışığa katlanırlardı mecburen. Hali vakti yerinde olanların avizeleri vardı gerçi ama o avizelerin de birkaç ampulü gevşek durur, misafirden misafire sıkılırdı.
Enerji pahalı olduğu için değerliydi. Tasarruflu kullanılırdı.
Telefonlar çok değerliydi. Kendi adıma bir telefona başvurmuştum Yeşilköy’de. Tam dört yıl sonra bağlandı o telefon eve ! O ne sevinç, o ne mutluluktu !
Jetonlarımız vardı o zaman. Defalarca kullanılabilen jetonlar.
Çok acil olduğunda veya uzaktaki bir yakınımızla hasret gidermek için kullanırdık telefonu. Elimizin altında sürekli olarak telefon olmadığı için randevularımızı titizlikle verir ve başka bir şansımız olmadığı için sözleştiğimiz tarih, saat ve yerde buluşabilirdik.
Telefon zor bulunuyordu. Telefonla konuşmak da ucuz değildi. Bu yüzden telefona bağımlı da değildik.
İletişim zor ve tam da bu yüzden çok değerliydi.
Ve sihirli değnek dokundu.
Artık, tonlarca “ucundan ısırılmış” hamburgerlerin, değerli ağaçlardan üretilen deste deste kağıt peçetelerin çöplere döküldüğü, fastfud lokantalarımız var.
Hiçbirşeyi iki kez kullanmıyoruz bunlarda. Çünkü temizleyip bir kez daha kullanmak verimli değil ! Hızlı tüket, hızlı bitir, hızlı… daha hızlı !
Üretim teknolojileri hızla gelişti. Modern köle devleti Çin keşfedildi ! Artık defter sayfaları rahatça kopartılıyor, umarsızca karalanıyor.
Oyuncaklar öylesine ucuz ki; babalar, tatminsiz çocuklarını gülümsetebilmek için neredeyse her gece ellerinde yeni birer oyuncakla geliyorlar evlerine.
Kalitesiz, berbat, pis oyuncaklar… Bol bol, ucuz ucuz… “Kır oğlum kır !”, “Aman bey kızma çocuğun ‘piskolojisi’ bozulur”…
Kırın, atın, harcayın… Nasıl olsa ucuz…
Teknoloji de ucuz. Her bişey ucuz.
Üç yılını dolduran arabalarımızı neredeyse yarı fiyatına elimizden çıkarmaya çalışıyoruz. Üst modele geçmemiz lazım ! Öyle istiyor “büyüklerimiz”.
Tamirciler de bitti. Şimdi otomobil servisleri arızalı parçanın yerine yenisini takıveriyorlar. Eski ustaların üç otuz paraya yaptığı kıytırık işler (buji değiştirmek, yağ değiştirmek, balata değiştirmek vs.) modern oto servislerinde şaaşalı isimlerle faturalanıyor.
Zaten tamir de etmiyorlar artık. Nasıl olsa üretim ucuz. Modern köleler keşfedildi. At, yenisini tak. Birçok araba parçasında vida bile yok artık ! Üzerinde bir tek vidası olmayan şanjmanlar üretiliyor. Bozuldu mu ? Basit bir dişliyi değiştirmek yerine, at yenisini tak.
E tamir edilirse nasıl çevirecek çarkı adamlar ? Tamir olmayacak ki yenisi satılsın değil mi ?
Dünyanın kaynaklarını çarçabuk sömürmek kolaylaştı.
Evlerimize su girdi. Evlerimizdeki musluklardan ucuz, şakır şakır su akıyor. İki uyduruk tabağı yıkamak için bile litrelerce su akıtılıyor. Hele duş yaparken, akıp giden temiz suyun çığlığını duymuyoruz bile. Suyu kirletmek artık çok kolay.
Derken fuel-oil, doğalgaz çıktı. Evlerimizin, işyerlerimizin, binalarımızın her köşesi gerekli veya gereksiz yere ısıtılıyor. Nasıl olsa emniyetli ya, eh işte nispeten ucuz ya ! bırak sabaha kadar yansın kalorifer !
Gir yorganın altına, sıcacık uyu ! Hayır. Artık yorgan da kalmadı zaten. Eskiden büyük, ağır yün yorganlarımız vardı. Zırh gibiydi bunlar. Bir örttünüz mü en soğuk evde bile terle uyanırdınız sabahları.
Canım şimdi ne gerek var ? Hafif, uyduruk sentetik yorganlar moda şimdi. Nasıl olsa evler sabaha kadar sıcak. Boşver yansın. Koca salon, odalar, tuvaletler, mutfak… bırak ısınsın… ucuz ucuz, ohh…
Sorumsuzca enerji tüketiyoruz. Dünyayı tüketiyoruz. Atmosferi ısıtıyoruz boş yere !
Haa… Cep telefonlarımız var artık. Jetonları bir kenara attık sonunda. Bir ohh daha !
Ne güzel, “10 dakkası bilmem kaç kontör !” konuş babam konuş, ucuz ucuz konuş !
Milyonlarca cep telefonu, neredeyse her yıl yenilemek zorundasınız. Bir de pilleri var bunların. Bozulur, eder. At, yenisini tak. Çevre ? Boşveeer…
Telefonu da at. Modası geçti. Bilmemnelisi çıktı. At, yenisini al. Ucuz canım ucuz !
Bu telefonların çiplerinde afrikayı sömüren dev şirketlerin köle niyetine çalıştırdığı yerel halkın kanı var. Olsun canım. Ucuz nasıl olsa.
Cep telefonları, DECT telefonlar, bunlar insanı kanser yapıyor ! Bazıları uydurma diyor ama değil. Gerçek bu. İnanmazanız buraya tıklayın ve okuyun (ingilizce)
İletişim ucuz. Bol bol konuşun. On dakika boyunca kötü espiri yarışı yapın. Yapın yapın…
Verimlilik, kaynakların daha etkin kullanılmasıyla sağlanır. Çok dikkat edin. Kaynakların artırılmasıyla değil, varolanların daha etkin kullanılması ile.
Verimlilik artışı yoluyla sağlanacak üretim artışları genellikle zararsızdır. Verimlilik daha az kaynakla daha çok iş yapma sanatıdır.
Doğanın kanunudur verimlilik. Doğa, verimli olana doğru evrilir.
Maliyet kavramı doğada yoktur.
Biz insanların icat ettiği birşeydir.
Maliyet öylesine istismara açık bir kavramdır ki, mesela bugün 100 YTL’ye mal ettiğiniz bir ürünü, üreticinin keyfi müdahalesi ile bir sonraki gün 120 YTL’ye alabilirsiniz.
Bu 20 YTL’lik fark anlamlı, gerçek bir nedene dayanmıyor olabilir. Belki üreticinin oğlunun okul taksidi gelmiştir ? Belki kirasına zam gelmiştir.
Yani maliyet, üretimin maliyetini yansıtmayabilir.
Üstelik işletmeciliğin temel esasına göre “normal kar, maliyetin bir parçasıdır”
Cilalı muhasebe devrindeyiz hanımlar, beyler… Cilalı pazarlama devri…
Bu gidiş nerede durur ? Bu tüketim çılgınlığı nerede biter ? Bir ülkenin çiftçisini üretimden vazgeçirmek, tüketici kılmak, toprağı çoraklaştırmak aptallığı nasıl engellenir ?
Bilmiyorum… Şunu biliyorum. Dedemin, iki karış kıraç toprağı ekebilmek için sırtında taş taşıdığını, elleriyle toprak kazdığını, kavurucu güneş altında su getirdiğini biliyorum.
Kendi vatandaşını, çiftçini bir kenara itip genetik mahsüllerini satın almak “küreselleşme” palavrası ile açıklanıyor. Bu öylesi bir palavra, öylesi bir kitlesel isteri durumu ki, gerçeği görmemizi engelliyor.
Lütfen hatırlayın. Bir zamanlar Alman milleti Hitler denen sapığın peşine takılmışlar ve onu elleriyle zirveye taşıyıp inanılmaz trajedilere neden olmuşlardı. Sanki hipnoz altındaymışlar gibi. Şimdi, bu konu onların en can alıcı noktası. İnanılmaz bir utanç duyuyorlar bu olaylardan.
Gelecekte de belki küreselleşme adı verilen ve tek hedefi küresel sömürüyü kolaylaştırmak olan düzenin aslında bize ne yaptığını fark edebiliriz.
Dünya, söylendiği gibi küresel bir köy değil ve asla da olmayacak. Kendine yetemeyen uluslar ezilip yok olacak. Bu çok açık.
“Başkası daha ucuza yapıyorsa biz vazgeçelim.” mantığı çok da hayati olmayan bazı ürünler için geçerli olsa da temel tarım ürünleri ve yerel hammaddenin işlenmesine dayalı endüstriler için zehirdir.
Her yerden mantar gibi alışveriş merkezleri bitiyor. Tüm bunlar benim ruhumu sıkıyor. O alışveriş merkezlerinin yerinde ben fabrikalar, teknoparklar görmek istiyorum.
Nereye gidiyoruz ?? Kafamızı duvara vurunca anlayacağız; aslında bir yere gitmediğimizi, sadece kuyumuzu kazdığımızı…